Devletsiz İslam, İslamsız Devlet Olmaz

Ben müslümanım diyen herkes için hedef, Allah’ın rızası olmalıdır. Allah’ın rızası ise, Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktan, ona itaat etmekten geçer. Herkesin bildiği gibi en büyük fazilet, hatadan rücu etmek (hatadan dönmektir) Hz Ali (r.a.): “Bir kişinin yapmış olduğu hatadan pişmanlık duyması, l000 yıl yapılan nafile ibadetten daha hayırlıdır” buyurdu. İnsan beşerdir. Her an şaşabilir. Şaşmayan yalnız ve yalnız Allah’tır. Müslüman, Allah’ı, aklıyla bulmakla mükelleftir. Müslüman Allah’ı bulduktan sonra da, başını eğer, aman Allah’ım emrine müteveccihim, diyendir. Bakın yüce Allah ne buyuruyor:
“Hayır, Rabbine andolsun ki araların da çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”  (Nisa 65)
İşte müslümanın açık tarifi budur. Müslüman her hareketini Allah’a sormak mecburiyetindedir.
Yakın tarihlerde o büyük alimleri aldatan yöntem; Allah’ın açık hükümlerine bakmadan kendi felsefesine güvenerek yaptığı yorum ve mefhumlarını, konulara esas almaları olmuştur. Halbuki; şu ayeti celilelere bakmış olsalardı, bu hataya düşmezlerdi:
“… Sizin hoşlanmadığınız bir şey de hakkınızda şer olabilir. Sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Siz bilemezsiniz  Allah bilir.” (Bakara 2l6)
Sakın Allah ve Resulüne geçenlerden olmayın. Her mesele hakkında bir hüküm vardır. Aklını Allah’ın hükümlerini anlamakta kullananlar, asla  ve asla aldanmazlar. Ve kendi akıllarıyla kanun ve kural koyanlar her zaman aldanmışlardır, biline.
Bazı insanlar var ki; bilerek şeytana tabi olurlar, bazı insanlar ise, bilmeyerek şeytana tabi olurlar. Sonuç aynı olduğu için, onların bilip bilmemeleri biz müslümanları enterese etmez. Biz kalpleri bilmekle mükellef değiliz. Bir kişi hakkında yargıda bulunurken; o kişinin eylem, davranış ve ağzından çıkan sözlerine bakarız. Hakim de böyle yapmak mecburiyetindedir. Resulullah (s.a.v.) de böyle yapmıştı.
Hiç kimse hiç kimsenin, kalbi durumunu, yani niyetini, düşüncelerini, tasasını (eyleme dökmedikçe, diliyle açıklamadıkça) bilemez. Düşünün! Bir nizam bir devlet ki; 20 yıl gibi bir sürede cezirei Araba 40 yıllarında tüm dünyaya hakim olacak bir seviyeye gelecek bu nizam l400 küsür yıl bütün heybetiyle devam edecek bu büyük devlete giden yolun metodu delili olmayacak. Olacak şey değil. O zaman bu din noksan veya tesadüfi bir din olması icap eder.
 Bu din tamamlanmış, mütekamil bir dindir. Bu  büyük Hilafet devleti Allah’tan gelen sahih, doğru bir metod özerine kurulmuştur. Yıkılınca aynı metodla tekrar İslamın hayata hakim kılınması için çalışmak bütün müslümanlara farz olmuştur.
Müslümanlar o büyük heybeti Hilafet İslam devletini kaybettikten sonra görüldüğü gibi neler oldu neler. Müslüman kadının kucağından çocuğunu alıp köpeklere verdiler. Kocasının yanında karısına tecavüz ettiler. Ölüm, işkence ve zulüm müslümanlar için hazırlanmış birer ceza oldu. Müslümanların haklarını, namuslarını, mallarını ellerinden aldılar. Önceleri gayr-i müslimler cizye öderken, şimdi müslümanlar namus, mal, can ödüyorlar. Dünyanın her tarafında yalnız ve yalnızca zillete düşenler müslümanlar oldu. Yeter demenin zamanı gelmedi mi? Okulu sen yapacaksın, öğretmenin maaşını sen vereceksin ve otorite senin çocuğunun başörtüsüne dahi müsaade etmeyecek. Senin besleyip, büyüttüğün oğlun, çocuğun senin amansız düşmanın olacak. Allah dediği için Allah diyenin dilini kesecek. Ordu kim? Asker kim? Ordu, asker birer taş, duvar değil. Onlar da insan, hem de senin, benim çocuğum. Bağrına basıp, büyüttüğün oğlun, çocuğun, evladın. Yani onlar senin benim çocuklarım. Nasıl olur da bu asker bu insanlar anasına, babasına karşı çıkarlar? Mantığı yok bu işin. Nasıl olur da ordu halkın düşmanı olur? Nasıl olur da müslüman halk, müslüman ve kendi çocuklarından meydana gelen ordunun düşmanı olur? Objektif olarak baktığımızda görüntü bu. Yoksa tüm ordu mensuplarını kastetmiyorum. Elbette ki; tüm ordu halk düşmanı değildir ve olmaz da. Ancak; dışarıdan baktığımızda, merceklere takılan şekil bu.
Kork müslümanın ferasetinden; o, meselelere Allah’ın ilmi ile bakar. Vecibesinin sahibi durumunda olan, izzetli, namuslu, şerefli, onurlu, şahsiyetli yüce İslâm milleti, yukarıda bahsedildiği gibi Hilafetin, şeriatın kaldırılması ile; bu yüce ulvi değerleri kaybettikten başka hor görülen, ezilen esir muamelesi gören, kendi yurdunda yurtsuzlar gibi zillet içerisinde kıvrandıklarını görüyoruz.
Şimdi İslam milletinin merkezi durumunda olan Türkiye ise; ne kapitalist, ne komünist, ne laik, ne demokrasi kararsızlık içerisinde karar kılmış, tamı tamına çelişkiler ülkesi Türkiye. Vuran vurana, kıran kırana, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet, sahtekarlık, kaçakçılık vs. aranan sanat haline geldi. Devlet adamının büyüğünden tut da odacısına kadar herkes gücü nispetinde  gayret….
İki kişi tatlı tatlı konuşurken, biri diğerine, siz iyi millet vekili (mebus) olursunuz diyince, mebus adayı teessüflerini bildirdikten sonra; “Ben hırsız mıyım? Bu büyük şerefi sana iade ediyorum” demiş. Halk arasında yarı ciddi yarı şaka konuşulan, münakaşa, münazara mevzuları bunlar.
ALLAH’U EKBER. Dünya devletlerinin lideri durumunda olan Hilafet, İslam devleti, yerini cumhuriyete terk edince; işte yukarıda vasfını izah ettiğimiz duruma düştü. Olur mu diye hiç kimsenin aklından geçmez. Çünkü oldu. Herkes görüyor. Görüldüğü gibi namuslu kişilere cumhuriyet hükümetinde millet vekili ol demek hakaret kabul ediliyor. Yüce milletin torunları, çocukları böyle mi olacaklardı? Öyleyse çözüm ne?  Çözüme sıra gelince; düşünmek hem de çok iyi düşünmek lazım. Bu güne dek bu meselelere çözüm arayanlar, demokraside, insan haklarında, teknolojide ve Avrupa’da aradılar. Nice mücahitler, müctehidler, proflar ve deha sahibi dahiler, hep bu yolda koştular ve yoruldular. Buldukları çözüm şişirilmiş, koskoca balon patlayınca, ellerinde kalan kocaman bir hiç oldu.
Gerçekten çözüm, çare arıyorsan; yukarıda bahsedildiği gibi yüce milleti yüce millet yapan şey, kavram, reçete ne ise; senin meselelerini çözecek, seni yüce millet yapacak, senin kalkınmanı sağlayacak, seni ezilmekten, kölelikten daha doğrusu kula kul olmaktan kurtaracak şey de odur.
O şey, o kavram, o reçete İslam’dır. İslam gelmeden önce, yani o yüce İslam milletinin babaları da bu günkü insanlarımızın durumunda idiler. Düşünün Ebu Cehiller diri diri kız çocuklarını toprağa gömerken, Firavunlar erkek çocuklardan peygamber çıkabilir ihtimalini göz önüne alarak; erkek çocuklarını kesiyorlardı. Bu günün insanları da aynı şeyi yapmıyorlar mı? Çocukların okullarını kapatıyorlar. Niçin? Yarın sen de şeriatı ister olursun diye. Diğer taraftan müslüman görünen kim olursa olsun ya görevden alıyor, ya işinden, ya da gizli gizli öldürülüyor. Halbuki, ben müslümanım diyen bu insanların bir çoğu İslamı bilmiyorlar. Şöyle ki; bu insanların bazıları taşa, ilkelere ibadet ederken; bazıları bazı şahıslara, bazıları da paraya pula ibadet ettiğini görürsün. Bazıları mavi boncuktan yardım diler, bazıları da ölüden.
Günümüzün çağdaş insanı cahiliyye dönemindeki müşriklerle tıpa tıp aynı. İkiz yavrular sanki. İşte; o cahil, çökmüş bir milleti yüce millet yapan, İslam’dır.
Ve… çağdaş insanlarımızı düşmüş oldukları bu bataklıktan, bu çökmüşlükten, bu cehaletten kurtaracak olan o büyük gerçek güç İslam’dır. Çünkü bu gücün sahibi, kanun koyucusu yüce Allah’tır. İslam ise, halkın ve bazılarının dediği gibi, yalnız namaz oruç değildir.
Namaz, oruç İslamın rükünleridir. İslam; Kur’an’ıyla, sünnetiyle, devletiyle bölünmez bir bütündür. En çok üzerinde durulması, akademik bir seviyede çok iyi anlaşılması, dosdoğru bilinmesi gereken konu şudur: İslamsız devlet, devletsiz İslam olmaz. Herkesin bildiği gibi, İslamın ana kaynağı Kur’andır. Kur’an bir insanın beyni ise; bu insanın eli, kolu, gözü, kulağı devlettir. Eli, kolu, gözü, kulağı olmayan yalnız beyin, bir işe yaramadığı gibi, yalnız beyinsiz beden de işe yaramaz. Düşünen aklı kamil bir insan için, işte şu son misal bir hitap olabilir. Ve tekrar ediyorum. Devletsiz İslam, İslamsız devlet olmaz. Olamaz. Çünkü Allah (cc) böyle ayrım yapmamıştır. Maide süresinde
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmez ise; onlar, kafirlerin ta kendileridir.” (Maide44)
Bilindiği gibi, İslamın dışında bütün nizamlar beşeridir. Beşeri nizamın asıl ismi tağuttur. Tağuti nizam için; Allah’a inandıkları halde tağuta tabi olanlar için bakın yüce Allah ne buyuruyor. ”
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Oysaki; şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor” (Nisa 60)
Hamdi Yazır bu ayet-i kerimeyi izah ederken, şeytan onları dönmesi mümkün olmayan çok uzak yola saptırmak istiyor tabirini kullanmış. Tağutu benimseyen, ona tabi olan kim olursa olsun tağuttur. Bazı zamanlarda zaruretler haramı mübah kılar hükmünü izhar edenler, yanıldıkları nokta, delilleri yerli yerinde kullanmamalarından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki; ölüm tehlikesi olmadıkça; hiç bir haram mübah olamaz. Geçici de olsa olamaz. İslamı hayata geçirmek için de olsa, yine mübah olamaz. Bakın peygamberi Zişan Efendimiz l3 yıl Mekke’de mücadele etti. Türlü biçimlerde işkence, ambargo, zulüm gördüler. Başta peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere hiç bir sahabeden en küçük taviz, hile, kuş dili konuşma, takiyye gibi hareketler görülmüyor. Halbuki; aynı peygamberin, aynı sahabenin Medine’de değişik hareket ettiklerini görüyoruz. Örneğin; Mekke’de bir ferdin burnunu kanatmayan müslümanlar, Medine’de müşriklere ilk saldırıyı yapmışlardır. Ve hendek savaşında düşman kuşatmasını zayıflatmak için; gereken hileyi (kandırmayı) Resulullah kendisi emrediyor. Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkün.
Daha doğrusu, Mekke’de Ashabı Kiram Resulullah ile beraber bir taraftan Kur’an-ı mübini hayata hakim kılma çalışmalarını yaparlarken, müslümanları devlete götüren metod da çiziliyordu. Medine’de ise; resmen devlet kurulmuştu. Resulallah (s.a.v.) Mekke’de Cuma ayet-i kerimesi inmiş olmasına rağmen; Cuma namazını kılmamıştı. Fakat Medine beldesine varınca, Küba’da ilk Cuma namazını kılıyor, ondan sonra Medine’nin içerisine teşrif buyuruyorlardı. Öyleyse İslamı hayata geçirmek için çalışmak (ki; çalışmak hem de bu şekilde çalışmak, bütün müslümanların üzerine farzdır). Müslümanlar bu metodu takip etmek mecburiyetindedir.
Her hareketini delillendirme durumun da olan mükellef delilleri yerli yerinde ullanmazlarsa hatalar katmerleşerek, üst üste gelmesi mümkündür.
İslami hayata hakim kılmak (hayata geçirmek) için çalışanların en büyük hataları; sanki bu dinde bir noksanlık varmış veya kendine has metodu yokmuş gibi herkes kendi kafa yapısına veya kendi felsefesine dayanarak, bir metod çizdiler. Bu metodla çalışanlar İslam’dan çok tağuta destek oldular. İsim vermenin faydası olur mu olmaz mı bilemiyorum. Ne var ki; yıkılmaya yüz tutan tağutun payanda direği durumunda olan ben müslümanım diyenlerin bu tutumu haddi aştı.
Bu insanlara ayet, hadis söyleyince, benim şeyhim böyle ferman buyurdu, fetva makamı böyle dedi, der. Allah ve peygamberini bırakıyor, şeyhine uyuyor. ALLAH’U EKBER. Bu zavallı insanlar hesap gününü hiç düşünmezler mi?
Korkarım ki; muhakeme-i kübrada o şeyh kendini kurtaramayacaktır. Bu insanlar (şeyhine tabi olanlar) farkında olmadan bazı insanlara ibadet ediyorlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56)
Bu ayeti celilede bana kulluk (ibadet) etsinler diye ifadeleri üzerinde inceleme yapan bir çok müfessirler ve alimler buradaki kulluk ve ibadetten kasıt itaat, (taat) rağbet ve rububiyyetin ikrarı manalarına gelen şumullu bir kelime olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Yani ibadet tam manası ile itaat etmektir. Yoksa bazılarının sandığı gibi ibadet namaz, oruç veya tespih çekmek değildir. Namaz, oruç, tespih Allah’a yapılan ibadetlerin birer parçalarıdır. Eğer ibadet yalnız namaz, oruç, zikir olsaydı; müttekileri devamlı namazda, oruçta görmeniz gerekirdi. Evet ibadetten kasıt itaattir. Bir kimse Allah’ın haram kıldığını haram bilip terk ederse, helal kıldığını helal kabul edip alırsa, namaz, oruç zekatta ve hac gibi farizalarda olduğu gibi bu kimse gerçek manada Allah’a ibadet etmiş olur. Öyleyse; bir kimse Allah ve Resulünün koymuş olduğu hükümlere (ayet ve hadislere) rağmen benim şeyhim böyle buyurdu diyorsa, o kimse o şeyhe ibadet ediyor demektir. Şöyle ki; fetva makamı olarak bilinen bir hoca efendinin emir veya fetvasını tekzip eden bir sahih hadis veya Kur’an-ı Kerim size ulaşırsa; o Kur’ana, o hadis-i şerife uymak sizin üzerinize farzdır. Buna rağmen birileri de çıkar da hala benim şeyhim böyle dedi derse; işte, bu kişi şeyhine ibadet etmiş olur. Çünkü sonsuz itaat yalnız ve yalnız ALLAH’a mahsustur. Asıl ibadet, itaat olduğuna göre, tam itaat eden de ibadet etmiş olur.
“Hayır, Rabbine andolsun ki araların da çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”  (Nisa 65)