MA’RİFET NEDİR?

Elhamdulillâhi Rabbil âlemin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihi ecmeîn.
Bismillâhirrâhmânirrahîm
Her hayrın ve şerrin yegane yaratıcısı kendisinden başka İlah olmayan Allahu Tealadır. O’nun eşi ve benzeri ve dengi yoktur. Herkese kuvvet ve hayat veren O’dur. 
MA’RİFET NEDİR? Ma’rifet demek tanımak demektir. Ma’rifetullah demek ise, Allah’ı tanıyış bilgisi demektir.
Allahu Teala Zariyat Suresindeki bir ayette şöyle buyurdu, mealen;
- “Allah’a yakîn olarak inanabilmeniz için, yeryüzünde ve kendi nefislerinizde nice âyetlerler vardır. Bunları görmüyor musunuz?”
(Zariyat S. 20 -21)
Allahu Tealanın varlığını gözleriyle göklerde arayıp sonrada O’nu göremeyince Allah’ı inkar eden bir kimsenin durumu ne kadar esef vericidir. Allahu Tealanın varlığını bu alemde ve bu hayatta görmek imkansızdır. Allah, zatını sıfatları ile, sıfatlarını isimleri ile, isimlerini ise yarattığı mahlukları ile gizlemiştir. O’nu herhangi bir yaratığı görür gibi görmeye çalışmak ise, beyhude boşunadır. Çünkü O Allah, yaratılmışların hiç birine benzemez ki görülmesi de onları görmek gibi olsun. O’nu ancak müminler cennette nasılsız görebilecektir.
Allahu Teala “kendinizde nice ayetler var” derken, kudretinin ve ilminin büyüklüğünü gösteren nice işaretlere bakmamız isteniliyor. Bu ayetlerden bir kaçını belirtelim:
Canlılardan bir erkek veya bir dişinin var oluş aşamalarını düşünelim. Kuş, kertenkele , insan , veya bir devenin dünyaya gelmesi için bir anaya bir babaya ihtiyacı olması aklın gereğidir. Şimdi kendi kendimize bazı sorular soralım:
1- Dünyaya gelecek olan bir deve yavrusu, neslinin devam etmesi için üreme organlarına gereksinim olacağını anne rahminde iken düşünüp kendi kendisine bu organları oluşturduğu düşünülebilir mi?
2- Anne rahminde plasentadan (eşden) gıdalanan yavru, dünya denilen yere geldiğinde yürümek için ayaklara, tutmak için ellere ve kollara, yemeği çiğnemek için ağız ve dişlere, yutmak için boğaza, onları eritmek için mideye, görmek ihtiyacı için göze, işitmek için kulaklara gereksinim olacağını rahimdeki yavru mu, yoksa bir şeyden habersiz ana babası mı akıl edip oluşturdu?
İşte bunları ve bunun gibileri görmek kendimizdeki ayetleri görmemizdir.

-” Ben cinleri ve insanları ancak Beni tanıyıp Bana ibadet etsinler diye yarattım.” Zariyat-56
-” Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz onu genişletmekteyiz.” (Zariyat-47)
-” Biz herşeyden iki çift yarattık. Umulur ki, iyice düşünürsünüz.” (Zariyat-49)

Hadisi şerifte ma’rifet hakkında şöyle buyuruldu:
- “Ebu Bekr’in sizlere olan üstünlüğü, onun namazının , zekatının , veya sair ibadetlerinin sizlerden daha çok olmasından değildir. Bilakis, kalbindeki Allah bilgisinin sizlerden daha fazla olmasındandır.”
Allahu Tealayı tanıyıp bilmek ve O’na iman etmek her insana farzdır. İnsanın kendisini ve alemleri var edeni tanıyabilmesi için kendisini ve alemi tanıması gerekmektedir. Hadisi şerifte;” Men arafe nefsehû fekad arafe Rabbeh.” mealen; “Kim kendini tanırsa, o kimse Rabbini tanır.” diye buyurulmaktadır. İnsan gaybe iman etmekle mükelleftir. Allahu Tealanın cemâlini bu dünyada görmek mümkün değildir. Allah’ın zatını ve sıfatlarını doğru tanıyabilmek, şeriatin bildirdiği sıfatlar ve isimler kapsamında mümkündür. Bu hususta yakîn bilgi elde etmek ise, ma’rifetullah’ın çokluğu ile mümkündür. Bu bilgiler üç aşamadır.

Birincisi; her müslümanın zaruri olarak bilmesi farz olan Yüce Allah’ın Zatî ve Subutî sıfatlarını öğrenip inanmasıdır. Bu bilgileri öğrenip inanmakta alim ve avam herkes eşittir.

İkincisi; Şeriatin bildirdiği Allah’ın güzel isimlerinin manalarını bilip itikat etmektir. Bu ilimler ise, alimlerin okuyup öğrenmeleri ile elde edilen türdendir.

Ma’rifet(Allah’ı tanıyış) ilminin üçüncüsü: Her insanın tefekkür veya zikirle Allah’a imanda yakîn dercesini elde etmesidir.

A-Tefekkürle yakin elde etmek yolu: Evren ve insanın kendisi hakkında bilgi elde etmek yoludur. Bunların her birisinin Allah’ın isimlerinden bir isimin tecellisi ile yaratılmakta olduğunu bilip tefekkür etmekle, kalb cilalanır. Kalb aynasının masivadan temizlenmesi durumunda, melekut alemi ile münasebeti artarak nurlanır ve yakin ışığı elde edilerek iman taklitten kurtularak yakinî iman elde edilir.

B-Zikirle yakin elde etmek yolu: Allah’ın isimlerinden birisi zikir edilerek, kalbin masivadan temizlenip nurlanması ve gönül gözünün melekut alemini görmeye kabiliyet kazanmasıdır. Bu duruma gelen kalb, yakin ışığını elde ederek taklidten kurtulup tahkike erer. Yakin iman demek, Allahu Tealanın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatini bilmek ve görmek anlamına gelmez. Yakin bilgileri ve basiret gözü ile görülenler O’nun zat, isim ve sıfatlarının nurlarının tecellileridir..
Büyük alim ve velî, İmam-ı Rabbani (kaddesallahu sirrahul akdes) hazretleri, bu dünya hayatında ancak O’nun isim, sıfat ve yüce zâtının nurlarını kalb gözü ile müşahede edebilmenin mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Allahu tealanın varlığına inanmak farzdır ama, “Nasıldır ?”diye düşünmek haramdır. Zira, O’nun Yüce Zâtını ve sıfatlarını akıl kavrayıp anlamaktan yana acizdir.
İmam-ı Rabbani (k.s.)hazretleri, bir tasavvuf yolcusu salikin çalışması sebebi ile, İslamiyetin öte alemlere ait verdiği bilgilere ve Allahu Tealanın isim, sıfat ve zatının nurlarına kalb gözü ile müşahede ve idrakten sonra emmare-i nefsin islamla şereflenerek imanın hakikatına kavuşacağını bildirmektedir. Buna rağmen Allahu Teala kullarına merhamet ederek, sadece kalbin tasdikini iman etmek için kabul etmiş ve nefsin mutmeinne olmasını şart kılmamıştır. Bu da, Yüce Allah’ın mü’min kullarına çok büyük bir rahmeti ve lütfudur.
Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin:
-“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zâtı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz…” hadisi şerifleri, Allâhu Tealâ’nın Zâtî hakikatını kavramanın mümkün olmadığını ifâde buyurmaktadır. (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)

Bu hususta Şah-ı Nakşibendi hazretleri şöyle ifade ederler:
-” Allahu tealanın varlığı hakkında aklınıza ve hayalinize her ne geliyorsa o, mahluktur.”
İmam-ı Rabbani (kuddise sirruh) hazretlerinin, 1.c.266. Mektubunda bu hususta şu ifadeleri yer alır:
-“Allahü Teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. (Ya’nî, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez.) Varlıkda, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz.
Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basîttir, (ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz). Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. (Geçmişdeki sonsuzdan gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmekdedir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan herşeyi), birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir. Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmakdır.
Kelâm sıfatı, ya’nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş, Kur’ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
Tekvîn sıfatı; ya’nî yaratıcıdır. Bütün yarattıkları, yapdıkları da, bir fi’l, bir yapışdır ki, ilk yarattığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi’l ile var olmakdadır. (Bir göz kırpacak zemânda herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi’l iledir. Yaratması ve yok etmesi de o fi’ldendir. Fi’linde de çeşidli bağlantılar yokdur. Bir te’alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında yaratıyor. Akl, onun işlerini anlıyamıyacağı gibi, fi’lin bağlanmalarına da erememekdedir. Aklın oraya yolu yokdur.
Allahü teâlânın, herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma’ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmişdir, ilmi yakîndir) demek, Kur’ân-ı kerîmin açık olan ma’nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma’nâlar vermeği doğru bulmuyoruz.
Allahü teâlâ, hiçbirşey ile birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd ma’nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma’nâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir.”
Burada, konuya bir başka cihetten bakılırsa; Tasavvufta, fena(yokluk) hali bir veliyi kapladığı zaman, velinin aklı Allah sevgisi ile örtülür ve Allahu Teala, Tûr-i Sina’da ağacın dili ile Musa’ya nasıl hitab etti ise, aklı İlahi muhabbetle örtülen velinin lisanı ile de “Enel Hakk”(Ben Hakk’ım) demesini bir çok kimse anlayamamış ve Allahu Tealanın, veli kulu Hüeseyin Hallac’ın lisanı ile insanlara;”EnelHak”diye hitab etmesini Hallac’tan bilmişlerdir.
İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat-ı Rabbani 1.c.266. mektubunda bu hususu şöyle izah ederler:
“Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya’nî Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak ma’nâda değildir. Bu ma’nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi’llerinde bir değişiklik olmuyor.
Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya’nî, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi’llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve se’âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın, (Mahlukları, bilinmem için yaratdım) buyurması, (Onların; Beni tanıyarak şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma’nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. (Ya’nî, yer kaplayıcı değildir.) Zemânlı değildir. (Bir yerde bulunmadığı gibi, zemânı da yokdur.) Kemâl sıfatları, kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl subûti sıfatı vardır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir. (Ya’nî, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp), hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. 
Müslimânlardan, sıfatları inkâr eden Mu’tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. (Ya’nî, sıfatların nazarî olarak), kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma’nâsı, zâtın ma’nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma’nâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide vermez.
Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. (Ya’nî, varlığının başlangıcı yokdur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi.) (Ezelî)dir. (Ya’nî, hiçbir ân yok değil idi.) Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Çünki öyle yanlış inananlar, bunlar aklın, rûhun ve (maddenin ilk hâli dedikleri) heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.” 
(Mektubat-ı İmam-ı Rabbani 1.c.266 mktb.)

Allah’ın Rasulü(s.a.v.): “Ölmeden önce, ölüm ötesinin sırrına erişiniz”hadisi şerifini İmam-ı Gazali, Kimya’nın 1.c.116. shf.de bu hadis-i şerifi şöyle izah ediyor:
-“Bir kimse, tasavvuf yolunun başlangıcında, kötü duygularından arınır ve uzaklaşırsa, ahiret hallerini zevkle müşahede etmeye başlar. Başkalarına ölümden sonra görünen haller, o kimseye ölmeden önce yaşarken gösterilir. Bu halleri gören kimse, şehadet alemine(görünen alem) dönünce, gördüklerini başkalarına anlatması caizdir.” 
Yine İmam-ı Gazali hazretleri tasvvuf hakkında şöyle diyor:
- ” Tasavvuf; Muhammed aleyhisselamın batınıdır. Kim tasavvufu inkar ederse, o kimse Muhammed aleyhisselamın batınını inkar etmiş olur. ”

Kalb Gözü Ve Rüya Nedir?

Kur’ân-ı Kerîm’in Yûsuf Sûresi 4. 5. 6. ayetlerinde mealen:
“Bir vakit Yusuf babasına: “babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlar.” dedi. (4.ayet)
“Babası: “Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar; çünkü şeytan, insana belli bir düşmandır.” (5.ayet)
“İşte böyle. Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumuna ait bilgiler öğretecek ve hem sana ve hem de Ya’kub soyuna, bundan önce ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi nimetini tamamlayacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.” dedi. (6.ayet)
Kral, “Ben rüyamda yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana yorumlayın” dedi. (Yusuf S. Ayet-43)

Yûsuf dedi ki: “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın.” 
(Yusuf S. Ayet-47)

“Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.” 
(Yusuf S. Ayet-48)

“Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.”
(Yusuf S. Ayet-49)
Rüyalar konusunda Buhari ve diğer hadis kitablarında başka başka hadis-i şerifler bulunmaktadır. Rasulullah(s.a.v.) buyurdularki;:
- “Zehebetin nübüvvetü ve bakıyyetil mübeşşirât.”(Buhari, Tabir 5 ) Mealen: “Benden sonra peygamberlik kalmaz. Lakin mübeşşirât kalır“diye buyurunca yanındakiler ;
- “Mubeşşirat nedir?”diye sorduklarında Allah’ın Rasulü:
-” Salih rüyadır.”diye buyurdular. Hadis-i Buhari’deki başka bir nakilde ise, İbn Abbas(r.a.)hazretleri, Allah’ın Rasulü’ne (s.a.v.), mübeşşiratı sorduklarında;
-” Müslümanların rüyası peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür.”diye açıklamıştır.

Bir Şiir:
Göz odur ki hakkı göre
Köre ne gerek, köre?
Gündüz gören göz ,
Vardır merkepte bile
Rüya-i Sahiha haktır. Ayet ve hadis-i şeriflerle sabittir. Kim, rüyanın islamda yeri olmadığına itikat ediyorsa, o kimse Kur’an ve Hadis-i şerifleri karşısında bulur.
Rüya da, keşif de, Allah’ın dilemesiyle, Levh-i Mahfuzdaki görevli bir melek vasıtası ile, rüya görenin veya veli kulun basiret gözüne, misal aynası vesilesiyle yansıtılarak gösterilmektedir. Rüya gören veya ehl-i keşif sahibi bir kimsenin kalbi havuzun üzerindeki suya benzer. Su ne kadar durgun ise görüntü o kadar nettir.

SORU: Rüya ile amel edilebilir mi ?
CEVAP: Hiç bir kimse dinî konuda, Kur’an ve Rasulullah’ın sünnetleri veya Eshabın İcması ve müctehidlerin ictihatlarına karşın, keşif ve rüya ile amel edemez. İmam-ı Rabbani hazretlerinin de ifade ettikleri gibi; rüyada ve keşiflerde hatalar oluşabilir. Şeriate uymayan keşfî bilgilerin hiçbir kıymeti yoktur. Keşif ve rüyalar şeriate uygunsa o, Allahu tealadan kuluna bir müjdedir.
Allahın Rasulü(s.a.v.) : “Eğer ki, Adem oğlu alemi melekuttaki zevkleri tatmış olsaydı, dünyadan(kalbi) meşguliyetini keserdi.” diye buyurarak bu ilahi nurların zevkinden haber vermektedir. Bunu tadanlar, bunun şahitleridir. 
Kalb gözü, yani gönül gözü, ruhun öte aleme açılan penceresidir. İnsan ruhunun bu beden de, bir bu aleme, bir de öte alemlere açılan penceresi bulunmaktadır. Ruhumuz bu aleme açılan penceresinden, beş duyu ve hayal alemi ve hafızamız yolu ile iletişimini sağlar. Bunlardan biri çalışmadığında, ruhun o yöndeki iletişimi kesiliverir. Aynı şeyler öte alemler için de geçerlidir. Ruhumuz, Melekût alemini algılayabilmek için bu dünyaya olan bağlılıklarını kalben azaltmadıkça, öte alemleri algılayamaz. Nasıl ki, uyumadan rüya görmemiz mümkün olmuyorsa, gönül gözünün öteleri görüp algılayabilmesi de, kalbin bu aleme ait bağlılıklarını azaltıp kesmesi ile mümkündür.
Gönül gözünün perdesi, iki türlüdür. Birincisi biraz açlık, biraz yalnız kalmakla kalbin önünden aralanacak olan bir perdedir. Bu perdenin açılmasında görülen alem, çalışıldığı zaman kafir ve mü’mine açılabilen, cahillerin esrar ilmi dedikleri, içinde şeytanların ve cinlerin de yaşadıkları, madde aleminin baş gözü ile görülmeyen kısmıdır. Din istismarcıları, cahil insanları bu tür keramet ve kehanet karışık şeylerle kandırararak onları aldatırlar.
Kalb gözünün önündeki ikinci perde ise, kalbden manevi pası, Allah’ın zikri ve sevgisi ile silip, melekut aleminin ihtişamlı güzelliği müşahede edilmeye başlandığında, kalb İlahi isimlerin nurları ile doldurulur ve bu vesile ile ma’rifetullah ve muhabbetullaha erilir. Bu ise ancak gerçek mü’minlere nasib olur ki, bu durumda olan bir manevi yolcu, şeriatin üçüncü kısmı olan ihlasa ererek imanın hakikatına ermiş olur. Bu gibi insanların davranışları samimi, imanları taklitten kurtulmuş tahkike ermiştir. Bunlar asla bir kimseyi dünya menfaatleri için sevmezler. Seven varsa, onun ihlası yalandır.